Ege Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu. Adnan Menderes Üniversitesi-İşletme Bölümü’nden doktora unvanını aldı. Celal Bayar Üniversitesi’nde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019 yılında, aynı üniversiteden emekli oldu. Şu anda Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi’nde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 2020 yılında, tarıma olan hassasiyeti nedeniyle, Cemre Hareketi: Sürdürülebilir Tarım-Gıda Platformu’nu kurdu. Bu platform aracılığı ile ülkemizde, tarımda dijitalleşme ve döngüsel ekonomi uyumlu kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalarına devam etmektedir.
Yaza Merhaba mı, Elveda mı?
Annemin çok güzel bir sözü vardır; “Çarşamba oldu mu ‘hafta bitti’, yaz geldi mi ‘yıl bitti” der. Çok haklı olduğunu düşünürüm her zaman. Bir bildiği var mıdır bu sözleri söylerken, ya da kendi yaşantısına bakarak mı bu sözleri kullanıyordur bilemem ama aynı düşünceleri duyarak büyüdüğüm için, ben de ister istemez özellikle yaz gelince birden hüzünlenirim.
Benim bu konuya bakışım tamamen duygusaldır. Diyeceksiniz ki, bu ne demek? Duygusal olmak bana göre, kendi içine dönmektir. Kendini değerlendirmektir. Yani bir yıl içinde neler yaptıklarına ve yapamadıklarına bakabilmek ve “Bir dakika, durdurun dünyayı inecek var.” diyebilmektir. Hayatım boyunca demek belki çok iddialı bir laf olsa da, son 20 yıldır hedeflerim doğrultusunda yaşadığımı kabul ediyorum. Sadece kendimi değil, aynı zamanda çevremdeki bütün kişileri de bu doğrultuda yönlendiriyorum. Çünkü, insan belli bir hedefe kilitlendiğinde hayatı da “izole” hale getirmiş oluyor.
Yaptıklarınız, seçtikleriniz, okuduklarınız, hatta yedikleriniz ve içtikleriniz bile bu tatlı heyecanın içinde şekilleniyor. Hayattan zevk almak isteyen herkesin aslında bazen işte böyle tavsiyelere ihtiyacı olabiliyor diye düşünüyorum. İnsanlar tavsiye almaktan ne kadar mutlu olurlar bilmiyorum ama kendini aşma ve gelişme de ancak bu şekilde mümkün olabiliyor.
Eğitimlerim sırasında, en hoşuma giden an, insanlara “Haydi bakalım söyleyin, güçlü ve zayıf yanlarınız nelerdir?” sorusudur. Pek çok kişi öncelikli konu olarak “güçlü yanlarını” söylemekten büyük mutluluk duyarlar. Çok iyi araba kullanıyorum, harika yemek yapıyorum, çok iyi dans ediyorum, hitap etme yeteneğim çok yüksek derler. Kısacası, kendileri ile övünen ve bir dolu özelliğe sahip insanlar ile karşılaşıverirsiniz birden. Aynı kişilere “Peki, ya zayıf yönleriniz nelerdir?” dediğimde ise uzun bir süre düşünüyorlar. Beyinlerinin arkasına attıkları, kendilerine bile söylemekten çekindikleri sırlarını ortaya atmayı hiç kimse cesaret edemiyor.
“Biraz sinirliyim, biraz aceleciyim, hiç dinlemiyorum.” gibi sözler edenler ortaya çıkmaya başlayınca, grubun dinamiği de kendiliğinden açılmaya başlıyor. İnsanlar çekingen bir şekilde yaptıkları hataları ya da eksikliklerini hatırlıyorlar. İçlerini acıtan, belki de hiç yapmak istemedikleri hâle toplumun beklentisi olduğu için, ya da alışkanlık hâline gelmiş olduğu için, ya da daha kötüsü artık o kadar kanıksamış ki, doğru olduğunu kabul ettiği bir dolu takıntısını düşünmeye başlayıveriyor.
Kendine verdiği sözleri tutmayan, sevgisini belli etmeyen, dimdik durmak zorunda kaldığını düşünen, bazen yanlış yaptığında karşı taraftan özür dilemeyen, sevgiyle sevdiğine sarılamayan o kadar kişi ortaya çıkıyor ki, sen bile şaşırıyorsun. Daha kötüsü ise bu kişilere “Peki, değişmek ister misin?” sorusunu sorduğumda, büyük bir çoğunluğu “Ben böyleyim, değişemem.” demeyi çok seviyor olmaları. Bu kişiler inatla değişmeyi reddediyorlar, hatta mücadele etmeyi bile göze almıyorlar.
Bu yazının aynı temel başlığı gibi, yaza merhaba derken diğer yandan elveda demeyi daha kolaylarına getirebiliyorlar. Bir masal gibi, bir şiir gibi yaşamlar, kişinin kendi mısralarında, kendi yazgılarında ve kaderlerinde, bir kemanın akortsuz sesi gibi kulaklarda çınlıyor. Ama bir türlü değişmek için “neden bile” göremiyorlar ya da bulamıyorlar.
Sadece kişilerin içinde mi bu direniş? Gördükleri halde “göremeyen”, duydukları halde “duyamayan” kişiler, yaşadıkları her anın kıymetini bilemeden yaşıyorlar. Bir mühendis, bazen yanında çalışan emektar Ali Efendi’nin ne gibi duygular içinde olabileceğini düşünmüyor.
Bir anne, oğlunun kendisine söylediği sözler içindeki mesajı algılayamıyor. Bir erkek, eşinin kendisinden neler beklediğini düşünmüyor, daha kötüsü düşündüğü eylemi yaparak onu daha çok da kırabiliyor. Bir öğretmen, öğrencilerini; bir avukat, savunmasını yaptığı müşterilerini; bir doktor, hastalarını anlayamıyor ve onlarla iyi iletişim kuramıyor. Bu kısır döngü döndükçe dönüyor ve sonunda içinden çıkılmayacak hâle geliyor.
Yolculuk o zaman nereye? Nerede duracağız? Nereden başlayacağız? Kelimenin başladığı nokta da burada. İçe dönük yolculukta. Öz farkındalıkta. Nerede yanlış yapmış olduğunu görebilmekte. Eksikliklerini itiraf edebilmekte. Kendini geliştirmekten ziyade, kendini yeterli bulmakta inat etmemekte. “Dün kimdim, bugün ne olmam gerekiyor?” sorusunu sormakta. Düştüyseniz kalkmakta. Gittiyseniz geri dönmekte. Aynaya bakıp yüzleşmekte. Yaşlandıysanız gençleşmekte; gençseniz yaşlanmakta. Ama her bir kez, tekrardan başka tarafa bakmakta, her seferinde kendini kabul ederek yeni bir bina inşa etmekte yarar var diyeceğim. Eğer ki, yaşamın gerçek özünü içinizde hissetmek istiyorsanız.
Bir elmanın diğer yarısını isteyerek, bir duvarın kesişen diğer yüzünü bularak, ak ile kara, kara ile ak ikilemine düşmeden, renklerin bütün canlılığını yaşamınız içine monte edebilerek, “Yaza Merhaba mı, yoksa Elveda mı” diyeceğinize karar vermeniz dileğiyle...
Meltem Onay
03.07.2017