Tarımın Felsefesi ve Sembolleri

01 October 2021
Meltem ONAY

Ege Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu. Adnan Menderes Üniversitesi-İşletme Bölümü’nden doktora unvanını aldı. Celal Bayar Üniversitesi’nde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019 yılında, aynı üniversiteden emekli oldu. Şu anda Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi’nde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 2020 yılında, tarıma olan hassasiyeti nedeniyle, Cemre Hareketi: Sürdürülebilir Tarım-Gıda Platformu’nu kurdu. Bu platform aracılığı ile ülkemizde, tarımda dijitalleşme ve döngüsel ekonomi uyumlu kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalarına devam etmektedir.

Tarımın Felsefesi ve Sembolleri

  • 01 October 2021
  • 568 Görüntülenme
  • YORUM

Düşünce sistemimde, bir soruya yanıt bulma arayışımın, beni birden felsefeye götürmesi oldukça ilginç bir rastlantı oldu. Ama işin gerçeğini söylemem gerekirse; bu arayış çok hoşuma gitti. Çünkü, onun sayesinde, “felsefik bakış açısı” olmadan, sorunların çözümünün mümkün olamayacağını fark ettim. Tarımın felsefesi var mıdır, ya da eğer var ise bunun sembolleri ne olabilir sorularına yanıt arayışımın, aslında çıkış noktası: “Ülkemizde, kooperatifçilik genelde niçin başarılı sonuçlar vermiyor” tümcesi oldu.

Eski Devlet Bakanlarından Tınaz Titiz’in çok özverili çalışmalarından etkilenerek, onun üç kavramı yani “güvensizlik, bencillik ve ahlak dışılık” üzerinde düşünmeye başladım. Güvensizlik, bencillik ve ahlak dışılık, doğal olarak “yoksulluk ve mutsuzluk” sonucunu doğuruyordu. Bu bir “çıkış noktasıydı”. Bu çıkmazdan ancak, tüm varlıkların haklarının gözetilmesi durumunda çıkılabilirdi. Yani, sadece kişinin kendi haklarını gözetmesinin yanında, bütün varlıkların da haklarını gözetmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Yani “bütünün haklarını”.

Kırılması gereken bazı açmazlar vardı.

1)Çaba ve getiri arasındaki vade uyumsuzluğu

2)Yaygınlık-yavaşlık açmazı

3)Bencillikle beraber, engellemenin de riskinin artışı

4)Adaletsizlik açmazı

5)Rekabetin, bencilliği körüklemesi açmazı

6)Dil-duygu etkisi açmazı

Bunlar sadece aklıma gelenler. O zaman sorunun gerçek nedenleri bulma arayışında, sorunlardan ziyade sorunların belki de yapı taşlarına bakmak faydalı olabilecekti. Neydi bunlar?

1)Sorunların kendini üretme özelliğini yeterince dikkate almamak

2)Başlangıç koşullarını yeterince dikkate almamak

3)İnsanın doğuştan getirdiği vahşi niteliklerin kolaylıkla üst katmanlara çıkabilir oluşu

Bu madde içinde, başka tanımlamalara gitmek mümkün olabilir. Örneğin; gen-kültür ortak evrimi (dayanışmacılık içinde bencillik, özgür irade zayıflığı, geçmişe öykünme)

3)Hukuk sisteminin zayıflığı

4)Uzlaşılmış ahlak ilkelerinin bulunmayışı

5)Düşünce, ifade ve anlama becerisinin zayıflığı (ana dile hâkim olamamak, nedensellik/eleştirel düşünmenin daha az yaygın olması, akıl ve sezgi etkileşimi)

6)Koşullandırma ve ezber yoluyla öğrenme

7)Farklılığın zenginlik olduğu anlayışının zayıflığı

Şimdi tekrar ana soruya gelelim: “Niçin, ülkemizde kooperatifçilik konusunda başarılı olamıyoruz? Buna yanıtlar bulmaya çalışırken, sizlere tek bir soru yöneltmek istiyorum. “Eğer bir kooperatif kursaydınız, bunu hangi ilkeler üzerine inşa ederdiniz?

Çam Limanı Akademi’nin aylık toplantıları yapılıyor. Bu toplantılardan birinde, Mehmet Genç, bütün yukarıda bahsetmiş olduğum açmazları daha farklı görmeme yardımcı olan ifadelerde bulundu.

Jean Jack Russell’ın, Fransız İhtilali sırasında yazmış olduğu “Toplum Sözleşmesi” gerçekten bir toplumun değişim ve dönüşümü nasıl başardığını oldukça ilginç anlatır bize... Bu değişim ve dönüşüm öyledir ki, hoşgörü ve toleransın kalbimizde “saf düşünceye” dönüştüğünü, sezgi-kültürel özellikler-sağduyu ile rasyonel hâle geldiğini ve son olarak da evrensel yani medeni hâle dönüştüğünden bahseder. Bu değişim ve dönüşüm hareketleri sadece Fransız İhtilali zamanında değil, peygamberlerin yıllar önce “cariyelik ve köleliği” ortadan kaldırmak için gösterdiği çabayı da hatırlatır bana.

Evrimler ve devrimler, engellerin önündeki engelleri, kaldırdığımız zaman gerçekleşir. Yani insana “seçme hakkı” vermek gerekir. Şayet bir kabullenme var ise ve kişi buna gerçekten inanıyorsa, zaten değişim de başlayacaktır.

Tarih bilinci olmayan toplumlar ne yazık ki benliklerini de kaybederler. Burada “ben” sözü, bir semboldür. 16.yüzyılda yaşayan Türk Hurufi şairi Muhyiddin Abdal, Antik Yunan filozofu ve bilgesi Platon’da benzer tanımlarda bulunmuştur. “Ben” kavramında “ben’i” göremezsin. Zaten birine “sen kimsin?” diye sorduğumuzda, sadece bedenini gösterir. Halbuki, ben’in içinde “duygular, sezgiler, düşünceler, sevgiler” vardır. Bunların hepsi de birbiri ile ilişkilidir. Tarihsel bilincimizi bilemezsek ya da bulamazsak, toplumsal bilinci de inşa edemeyiz. Bu “ben” ve “benlik” ile inşa edilebilir.

Doğanın 3 tane seviyesi vardır. Bunlardan birincisi “fizik doğası” düşüncesidir. Alman filozofu Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Aristo’da dahil olmak üzere bu düşünce şeklini “soyut düşünce” olarak tanımlarlar. Yani burada kuvvetler ilişkisi vardır, dışsaldır. İkincisi ise “kimya doğası”. Bu bize diyalektik düşünceyi gösterir. Karşıtlıkları kullanarak gerçekleştirilen akıl yürütme biçimidir. Değişim ve hareketin sürekliliği düşüncesi bu aşamada oluşur. Son olarak da “örgensel-biyolojik düşünme” yani bütünsel, sistematik düşünce gelir. Sentez yapabildiğimiz oldukça önemli bir bölümdür.

Hayatımızda “kavramlar” önemlidir. Olanı gösterir. Ama anlamamızı kolaylaştırmazlar. Anlamak için sembolleri kullanırız. Semboller sınırsızdır ve önü açıktır, olanakları gösterir. Bir çocuğa bir bardağı gösterdiğiniz de onu asla unutmaz. Ama bardağı farklı şekillerde isimlendirdiğinizde yani simgeleştirdiğinizde ancak onun farklı kullanım alanlarını kafasında şekillendirebilir.

Hepimizin bildiği gibi, beş duyumuz var. Görme, koklama, duyma, dokunma ve tat alma. Tüm duyularımızdan aldığımız “veriler”, sizce ilk önce nereye gider?

Bu veriler önce kalbe gidiyor. Burada deneyimleniyor, soyut hale geliyor ve sonra beynimize aktarılıyor. Burada bütün veriler “fikre dönüşüyor”. Fikir tek başına asla işimize yaramaz. Bunu “anlayışa” dönüştürmek gerekir. Eğer düşünceyi, kavramlaştırırsak, asla değişim ve dönüşümü gerçekleştirmemiz mümkün olmaz.

Sezgilerin, kültürel özelliklerin ve sağduyunun rasyonel hâle gelmesinden bahsetmiştim. Bunu “eğitim sistemimiz” ile sağlıyoruz. Yıllar boyunca başarılı olduklarına inandığımız Avrupa Eğitim Sistemi’nin belki sistem arayışında izledikleri yol “pozitivist dünya”nın onlara sunduğu kalıpları yıkarak, Gestalt Psikolojisi veya Konfigürasyonizm’den yani bilişsel süreçler içerisinde özellikle algı ve algısal örgütlenme konularını dikkate alarak çocuklarının görsel ve işitsel zekalarını güçlendirmeye çalışmışlardır. Beynin sağ (gerçeklik) ve sol (hayal ve sezgi) loplarını bir arada kullanma becerisine sahip bireyler yetiştirerek, onların kendi kendilerine yetkin olabilmeleri için uğraş vermektedirler.

Özbilinç” bu nedenle düşünen “ben” oluşturmada, daha ferdiyetçi bir bakış açısıdır. Yunus Emre: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” sözü bu açıdan çok değerlidir. Çünkü ilim, bir şeyi bilmek demektir. İnsan, yaratılış itibariyle bilmeye, kendisine gizli görünenleri öğrenmeye, meraklı bir yapıya sahiptir. Bu özelliği ile de sorgular, düşünür ve kavramlara takılmaz. Bunu semboller ile şekillendirmesi, tanımlaması ve sonra da değişip, dönüştürebilmesi gerekir. Eğer bunu yapamaz isek, kalıplar içinde kalırız ve kendi değiştirmediğimiz gibi, çevresindeki kişilerin de değişmesini engelleriz.

Geçmişi yorumlayarak bugüne ulaşırız. Bugünü değerlendirerek de geleceği tasarlarız. İnsanları bir “ülkü” etrafında toplamak gerekiyorsa da ciddi bir çaba gerektirmektedir.

Toplumun bireyleri arasında “güvensizlik, bencillik ve ahlak dışılık” var ise ve bunun için önlemler alınmaz ise, sadece ülkemizde neden kooperatifçilik konusunda başarılı olamıyoruz sorusunu sormak yerine, kavramları ve sembolleri belki de yeniden düşünmek gerekiyor.

Tarımın felsefesi var mıdır? Bu konuda emin değilim. Ama Masanobu Fukuoka’nın bizlere sunduğu ilginç bir felsefe var. Aslında yanlış kullandım kelimeyi, neden ilginç olsun ki? Gerçeği söylüyor bilim dünyasını terk edip, doksan beş yıllık ömrünün yetmiş yılını doğal yaşamın bütünlüklü temeli olan doğal tarımı keşfedip uygulamaya adamış ender insanlardan biri olarak.

Soru şimdi şu: “Nasıl birbirimize güven duyacağız?”, ”Nasıl bencil olmayacağız?”, “Nasıl ahlak dışı hareketlerden uzak duracağız?

Konumuz “felsefe”…. Tarımda kullanılan “Kavramları belirleyerek, bunların şimdiye kadar nasıl “sembolleştirildiklerini” ve nasıl algıladığımızı düşünerek, dersimizi çalışmaya başlayalım.

 

Yol uzun, ama vakit de çok az. Siz bilirsiniz !!


Yorumlar

Yorum Yap

500