Ege Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu. Adnan Menderes Üniversitesi-İşletme Bölümü’nden doktora unvanını aldı. Celal Bayar Üniversitesi’nde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019 yılında, aynı üniversiteden emekli oldu. Şu anda Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi’nde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 2020 yılında, tarıma olan hassasiyeti nedeniyle, Cemre Hareketi: Sürdürülebilir Tarım-Gıda Platformu’nu kurdu. Bu platform aracılığı ile ülkemizde, tarımda dijitalleşme ve döngüsel ekonomi uyumlu kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalarına devam etmektedir.
Klasik bir ifade vardır: “Her şey bir hayal ile başlar”. Bundan iki yıl önce, ben de bu tatlı hayale kapılarak şöyle demiştim: “Ülkemizde tarımda başarılı olmak için, gerekirse traktör ile meclise gidebilirim ama arkamda çiftçiler ile birlikte.” Traktör ve çiftçiler ile meclise yürümek, “tarım politikalarında” çok acil reform yapılmasın gerekliliğini ve devletin de çiftçisine sahip çıkarak, gerekli girişimlerde ve planlamalarda bulunmasının zorunluluğunu kabul ettirmek anlamına geliyordu. Bunu düşündüğüm zaman, içimden gülümser ve “belki, bir gün” derdim.
Geçtiğimiz günlerde, Hindistan’da yeni tarım yasasını protesto eden çiftçilerin, traktörleri ile eylemlerine devam ettiklerini okuyunca, başka ülkelerde de bu düşünceyi benimseyen kişilerin olduğunu görmek, beni sevindirdi. Hindistan Hükümeti, Eylül 2020’de, tarım sektörüne serbestleşme getiren, taban fiyat ve destekleme alımı politikalarını sona erdiren 3 düzenlemeyi yasallaştırmasıyla, çiftçiler kazançlarının azalacağını, aracı şirketlere daha fazla yetki tanınacağını ve sonunda kendilerinin topraksız bırakılacağı düşüncesiyle eylemlere başladılar. Ülkede çiftçilerin yarısından fazlasının borç içinde olduğu, 2018’den 2019’a kadar 20638 çiftçinin intihar ettiği bir ülkede neler oluyordu? Bu başkaldırının nedeni neydi?
Çiftçilere danışılmadan alınan bu kararlara, 8 Mart “Kadın Emekçiler Günü”nde, Hindistan’da kadınlar da çiftçilere sahip çıktılar ve eylemlerine katıldılar. Hardal tarlalarını temsil eden “Sarı örtüler” takan binlerce kadın, ülkedeki çiftçilerin yanında oldular.
Bu mücadelenin arkasında yatan gerçekleri, birkaç başlık ile tanımlamak faydalı olabilir:
Gıda Güvencesi, Gıda Egemenliği, Gıda Demokrasisi
Gıda güvencesi nedir?
“Özgür Çiftçi” kavramını, şimdiye kadar hiç kullanmamıştım. Peki neden kullanmaya başladım? Geçtiğimiz hafta içinde, İstanbul Politikalar Merkezi’nin düzenlemiş olduğu “Gıdanın Politik Ekolojisi” webinar dizisini dinleyinceye kadar, gerçekte ben de bunun öneminin farkında değildim.
Gıda güvencesi, gıdanın bulunabilmesi ve bireylerin buna erişebilme yeteneğinin bir ölçüsüdür. 1974 yılında “Dünya Gıda Konferansı”nda, gıda güvencesi terimi, arzı vurgulamak amacıyla kullanılmaya başlandı. Gıda güvencesi, “gıda tüketiminin istikrarlı bir şekilde genişlemesini karşılayabilmek, üretim ve fiyatlardaki dalgalanmaları dengeleyebilmek için gıda kaynaklarından, yeterli, besleyici, çeşitli, dengeli ve makul temel gıdanın bulunabilirliği” ile sağlanabilir. Aradan çok kısa bir süre sonra, Birleşmiş Milletler, 1948’de, İnsan Hakları Bildirgesi’nde “Gıda Hakkı” kavramından bahsetti ve gıda hakkının, bir insanlık ve yaşam hakkı olduğunu kabul etti.
Gıda hakkı ve gıda güvencesi konusu çağımızın yeni bir konusu değil, binlerce yıl öncesinde bile topluluklar için “bir endişe kaynağı” olduğuna yönelik kanıtlar var. Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 1996 yılından bu yana, bu konuda 185 ülkeyi içine alan bir çalışmayı yürütüyor. Roma’da yapılan son zirvede; dünyada yeterince beslenemeyen halkların sayısını en az yarıya indirme kararı alındı. Ayrıca belgede, barışa, istikrara, etkin siyasi, sosyal ve ekonomik çevrenin oluşturulması; fakirliği ortadan kaldırılması, kalkınma modellerinde kadın ve erkeğin eşit şartlarda bulunması gerekliliği de vurgulanıyor.
Sorun nerede başlıyor?
Dünya nüfusunun yaklaşık 7,5 milyar olduğunu düşünecek olursak, dünyadaki insan varlığı her geçen gün artarken, gıdaya erişim de artmaktadır. Dünyada yaklaşık bir milyar insan yatağa aç girmekte ve güne aç olarak uyunmaktadır. Bir milyarın üzerinde insan da aşırı beslenmeden kaynaklı obezite ile yüz yüze ve bununla mücadele etmektedir. Bu adaletsizlik, İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu dünya düzeni ile eş zamanlı olacak şekilde gıda politikalarının plansız yürütülmesinden kaynaklanmaktadır.
“Gıda İsrafı” konusunun da altına önemle çizmek gerekmektedir. Bu kadar aç insanın olduğu bir dünyada, üretilen gıda maddelerinin %10’unun tüketilmeyerek çöpe atılması, anlaşılacak bir durum değildir. Günde yaklaşık 1,3 milyar ton gıda, çöpe gitmektedir.
21.Yüzyılın ikinci yarısından sonra, “su ve gıda”nın, en stratejik iki ürün olacağı unutulmamalıdır. Küresel ısınma ile tatlı su kaynakları gün geçtikçe yok olduğu düşünülecek olursa, insanların içme ve kullanma sularına ulaşmasının ne kadar zor ve maliyetli olacağı, bundan kaynaklı tarım için çok önemli olan suyun da yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı gerçeği, her birimizi endişelendirmelidir.
Gıda Egemenliği, hangi noktada başlar?
Bütün dünyada yaşayan halklar ve topluluklar, ekolojik ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilen; sağlıklı, kültürel olarak uygun gıdalara sahip olmak ve kendi gıda, tarım sistemlerini ve tarım politikalarını belirleyebilme haklarına sahip olmalıdırlar. 1980’lerden bu yana gerek yerel topluluklar gerekse de ülkeler bu haklarını çoktan kaybetmişlerdir. Nasıl mı? Çok basit, “ulus ötesi şirketler” tarafından…
Gelişmiş ülkeler, gümrük vergilerinin düşürülmesi/ ya da sıfırlanması konusunu gıda pazarlarının “serbestleşmesi” için faydalı olacağını iddia ettiler. Sonuç; kendi ülkelerinde maliyetin bile altında çiftçilerden satın aldıkları birçok ürünü dampingle gelişmekte olan ülkelere ihraç ederek, bu ülkelerin üretim yapılarını tahrip ettiler. Daha önemlisi, çiftçiyi, kendi iş yerlerinde çalışan “işçi” kategorisine koydular.
Bir ülkede, gıda egemenliğinden bahsedebilmemiz için;
1) Çiftçinin “Ürün fiyatını” belirleme özgürlüğü olmalıdır. Bunun sonucunda, adil bir gelire sahip olabilecektir.
2) Destekler, çiftçinin yaşamına ve tarımın sürdürülebilir olmasına zarar verecek, onu borç yükünün altına sokacak şekilde verilmemelidir.
3) Gıda, bir ülkede “meta” olmamalıdır.
4) Açlığın nedeni “verim düşüklüğü” değildir. Gerçek neden; gelir dağılımının bozukluğu ve eşitsizliğidir.
5) Tohum, asla büyük şirketlerin egemenliğinde olmamalıdır.
6) Dünyaya dayatılan “Tarım teknolojileri”, endüstriyel tarımı (tarım zehirleri, kimyasal gübreler, aşırı su, şirket tohumları, ağır makinalar ile yapılan tarım), monokültür tarımı (tek veya az sayıda ürün yetiştirme) destekler niteliktedir. Gıda egemenliğinde “agroekolojik tarım” (tarım zehirleri, kimyasal gübreler olmaksızın, yerel bilgileri, ekolojik süreçleri kullanarak yapılan tarım) esastır ve gıda güvenliği içinde zorunluluktur.
Gıda Demokrasisi
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacaktır”
Bir Amerikalı yerli atasözü olan bu tümceler, ulus ötesi şirketlerin politikalarını ve ticari bakış açısını açıklamaktadır. Doğru mudur? Şüphesiz “evet”
Dünyadaki gıdanın yaklaşık %70’inin küçük çiftçiler üretmektedir. Avrupa devletleri, küçük çiftçisini özenle korumakta ve gelişmesi için çaba sarf etmektedir. Çünkü Avrupa, tarımın şirketleştirilmesiyle gıda egemenliği ve gıda güvencesinin risk altına gireceğini çok iyi bilmektedir. Bu anlayışa “demokrasiye bakış açıları” nedeniyle inanmış olabilirler. O hâlde “demokrasi” nedir?
Siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulundurduğu, toplumsal ve ekonomik durum, ne olursa olsun yurttaşların eşit sayıldığı bir yönetim biçimidir. Kısacası demokrasi, konuşma özgürlüğüdür. Eylem yapma özgürlüğüdür. O hâlde, ülkemizde bir “gıda demokrasisi var mıdır?” ve “bu konuda söz hakkı olanlar kimler olmalıdır?”
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu, 2008 yılında üzüm, tütün, fındık, ayçiçeği, hububat, zeytin ve çay üreticilerinin örgütlendiği 7 sendikanın bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Son günlerde bir basın açıklamasında bulundular ve “çiftçi sendikaları” olarak tek bir çatı altında toplandıklarını duyurdular. Bu demek oluyor ki; bundan sonra çiftçiler örgütlenmeyi ürün bazında değil, “mücadele” bazında sürdürecekler. Değişen tarım politikaları, tarımsal üretim yapan çiftçilerin bir araya geliş biçimlerini de etkilemeye başladı.
Tarlada bu mücadele başlarken, kentte de ciddi değişimler yaşanmaya başlandı. Kentli kesim, artan bir şekilde “gıdasına sahip çıkmaya” başladı. Daha ekolojik ürünlere yöneldiler. Kırda ve kentlerde demokratik katılım yeni kooperatif türlerinin de ortaya çıkmasına olanak sağladı. Bu kooperatifler, yalnızca üreticiye desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda gıda güvenliği ile ilgili kendi tüketici hakları için de ortak bir noktada buluşuyorlar. Şu anda, İstanbul’da “tüketici kooperatifi” adıyla, yaklaşık 20 kooperatif “yerel ve kırsal kalkınmayı” destekleyerek, sağlıklı gıdaya ulaşıyor. Tarım alanları, bir ölçüde “neoliberalizme” karşı bir mücadeleye tanık oluyor.
Bu mücadele de “güç asimetrisi”ne karşı, bir alternatif üretmek zor gibi gözükse de, hak temelli bir yaklaşımla, üretici, türetici ve tüketici ellerini ve güçlerini birleştirmeyi öğreniyorlar.
Sonuç
Tarım ve gıda konusu, artık sadece devletlerin ve hükümetlerin tek başına çözümler bulabilecekleri bir kulvar değil, yerel yönetimler de konuya daha fazla sahip çıkıyor. Toronto, San Francisco, Londra gibi metropol şehirler “milli politikalar” ile ellerinden alınan gıda hakkı için, kendi network’lerini kurmaya başladı. Şehirlerde sadece yerel çiftçiyi desteklemek için “gıda komiteleri” kuruluyor. Ülkemizde de umut verici olaylar gerçekleşiyor.
Çiftçi özgür olmalı. Merkezi hükümetler “çiftçi merkezli” bakış açıları geliştirmek zorundalar. Yerel yönetimler ise, hükümet politikalarını destekleyen bir alt yapıyı kurarak, üretici ve tüketiciyi buluşturarak, “sağlıklı gıda”nın, hiçbir ayrım gözetmeksizin, eşit, şeffaf ve hızlı bir şekilde ulaşımına destek vermelidir. Ülkemizde, çiftçilerimizin “protesto hakkı” vardır. Yapabilirler. Yapmalıdırlar da… Çok uluslu işletmelerin “endüstriyel tarım” hayallerini ancak bu şekilde durdurmak mümkün olabilecektir.