Motivasyon Fakirliği

30 September 2018
Meltem ONAY

Ege Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu. Adnan Menderes Üniversitesi-İşletme Bölümü’nden doktora unvanını aldı. Celal Bayar Üniversitesi’nde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019 yılında, aynı üniversiteden emekli oldu. Şu anda Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi’nde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 2020 yılında, tarıma olan hassasiyeti nedeniyle, Cemre Hareketi: Sürdürülebilir Tarım-Gıda Platformu’nu kurdu. Bu platform aracılığı ile ülkemizde, tarımda dijitalleşme ve döngüsel ekonomi uyumlu kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalarına devam etmektedir.

Motivasyon Fakirliği

  • 30 September 2018
  • 1051 Görüntülenme
  • YORUM


Motivasyon Fakirliği


Ülkemizde bazı konuşmalarda genellikle “fakiriyiz” ifadesini çok kullandığımızı fark ettim. Bu nedenle de motivasyon konusu ile ilgili yazacağım bu sevimli yazıyı, daha etkileyici hâle getirmek için de bu yeni kavram üzerinden hareket ederek, benim gözümden “motivasyon” ne demek; neden kolaylıkla motive olamıyoruz ya da motive olduğumuz zaman bile heyecanlarımızı hemen neden kaybediyoruz sorularına yanıt vereceğim. 


Literatür, “Motivasyon” kavramının dilimizde tam karşılığı olmadığını yazıyor. Bu kavram İngilizce ve Fransızca “motive” kelimesinden türetilmiştir. Türkçe karşılığı olarak güdü, harekete geçirici olarak belirlenebilir. Kısacası motivasyon denilen bu kavram, bir veya birden fazla kişinin, belirli bir gaye ya da amaca doğru devamlı bir şekilde harekete geçmeleri için yapılanların toplamıdır. Oldukça basit ve açıklayıcı olarak görülse de nedense bir türlü insanları motive etmek kolay olmamakta, daha kötüsü kişinin bile kendisini motive etme gücü pek çok konuda yetersiz kalmaktadır. Böyle olunca da bir sorun vardır ve bu sorunun çözümü şarttır. 
Bir yönetim profesörü olarak sizlere, onlarca motivasyon teorisinden bahsedebilirim. Herkes tarafından en çok bilinen teorilerden birisi, Abraham Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’dir. Bu teori der ki; insanoğlunun bazı ihtiyaçları vardır ve bunlar gerçekleşmeden bir üst noktaya geçilmez. Bu ihtiyaçlar nelerdir; fizyolojik, güvenlik, sosyal, özsaygı ve kendini tamamlama… Ne kadar güzel geliyor kulağa değil mi? Çok haklısınız; çünkü, en önemli gereksinimiz fizyolojik güdülerimizdir. Soluk almak, yemek yemek, üremek bunlar klasik beklentilerimizdir. Sonra güvenliğimiz gelir, yani buna iş güvenliği diyebiliriz. Bir iş yerinde çalışırken, bir sabah işe giriş kartımızı taktığımızda, eğer ki barkod kartımızı okumuyor ise, artık bu iş yerinde çalışmıyor, atılmış olduğumuzun kaydını anlatıyordur bizlere. Bu nedenle ihtiyaçlarımızın ikinci önemli faktörü “güvenlik ihtiyacı”dır. Üçüncü aşamaya gelmeden hemen izninizle bir başka teoriden bahsetmek istiyorum. Herzberg’in “Çift Faktör Kuramı” der ki, iş yerinde iki tür ihtiyaç vardır. Bunlardan birincisi, emeğinin karşılığı olan ücreti almak, kendine ve ailene zaman ayırabileceğin zaman dilimleri haricinde çalışabilmek, bulunduğun iş ortamında yemeğinden, servisine, oda sıcaklığından, oturduğun koltuğa kadar hak ettiğin insani ölçülerde yaşaman gereklidir. Ancak bir işletme sana bu ve buna benzer imkânları sunduktan sonra, senden kendini göstermeni, yaratıcı çözümler bulmanı, yeni projeler üretmeni isteyerek senin öz saygınlığını artırarak, motivasyonunu sağlayabilir. Yoksa ilk şartları sağlayamazsan, hiç kimseyi motive edemezsin der…




Tekrar Maslow’un üçüncü ihtiyaç kategorisine döndüğümüzde, bir işletmede çalışanları motive ederken nerede yanlış yaptığımızı anlamak için, bu fikir koordinasyonu işimize yarayacaktır. Çünkü, çalışanlar zaten ülkemizde yaşanan bu ekonomik krizler nedeniyle asgari ücret gibi oldukça düşük maaş alırken, iş yerlerinde değil ergonomik ve hijyen şartların sağlanması, çok daha iptidai şartlarda çalıştırılırlarken, nasıl olurda bir beklenti içine girmelerini sağlayabiliriz ki? 
Victor Vroom der ki; her ihtiyacın bir beklentisi, her beklentinin de karşılandığı bir ihtiyaç vardır. Bu bazen başarı, bu bazen rekabet, sosyalleşme ya da güvenliktir.

Yine meşhur teorilerden birisi Skinner’ın “Davranış Şartlandırma Teorisi”dir. Yani, davranışı olumlu hale getirmek ve bunu kalıcı davranışa dönüştürmek. İyi de bunu bile, çocukluk yaşlarda öğrenemedik ki, şimdi iş yerlerinde kendimize ya da çalışanlarımıza uygulamaya başlayalım. Olgunlaşmamıza izin verilmeyen bir aile yapısı, sorumluluk almaktan ve vermekten çekinilen bir çalışma anlayışımız, sorgulamayı değil itaat etmeyi kabul eden karakteristik özelliğimiz olduğu sürece kimsenin, kimseyi kolaylıkla motive etmesi, ya da güdülemesi mümkün değilmiş gibi gözüküyor gözüme…




O zaman bir akademisyen olarak sizlere önereceğim neler olabilir sorusuna gelirsek, sizlere kendi hayatımdan bazı kesitler vererek, önce kendimi sonra da çevremdeki insanları nasıl harekete geçirdiğimden bahsedeceğim.
“Bilgi açlığı” diye bir kavramı muhakkak duymuşsunuzdur. Benim hayatımın oyunu da burada başlıyor galiba. Müthiş bir bilgi açlığı içinde olduğumu kabul ediyorum. Bu açlık öyle ki, her alana yönelik. Bazen müzik, bazen tarih, antropoloji, bazen otizmli ve Down Sendrom’lu çocukların eğitim şekilleri ile ilgili. Diğer yandan onlarca ülkenin yönetim şekli, turizm kapasitesi, şehir planlamaları, lojistik ağları, ihracat potansiyelleri. Yani kısaca tanımlamak gerekirse “bilgi açlığı” benim merak güdüm ile öyle şekilleniyor ki, her baktığın yerde yeni bir şeyler keşfediyor ve zevk noktanı daima hareketli tutabiliyorsun. Hani, Skinner’ın davranış şartlandırması teorisini kendi kendine uygulatarak, ruhunu besliyorsun. 




Argyris’in Olgunluk Teorisi der ki, bir yönetici olarak yanınızda çalışan kişilere güvenin, onlara yetki verin, kararlarını kendileri uygulasınlar ve onlara güvenin. Ne kadar doğru diyor da bunu neden kimse yapamıyor o zaman? Çalışma hayatında yöneticiler çalışanlarına, çalışanlar yöneticilerine güvenmiyorlar. Anneler, babalara, babalar çocuklarına güvenmiyor. Birbirimizin olgunlaşmasına izin vermek için önce dinlemeyi öğrenmek, sonra da empati yeteneğimizi geliştirmemiz gerekiyor. Ön yargılarımızı yıkarak, kendi dediğimizin dışında gelen önerilere kulak vermek ve kabul etmeyi öğrenmek gerek. 


Bir şey istediğimiz zaman olmuyorsa, hemen tepki gösterebiliyoruz. Tepkimiz ise ya sisteme ya da bizi kızdıran kişi ve kişilere. Hiç hatalı olabileceğimizi düşünmüyoruz. Çoğu zaman da düşünmüyoruz, bu da ayrı bir konu... Hep haklıyız, hep karşı taraf yanlış yapıyor, yanlış anlıyor. Hiç bizim suçumuz, yanlışımız yok. Son yıllarda kendimde geliştirmeye çalıştırdığım meziyetlerimden biri “hep ben hatalıyım sendromu”. Komik değil mi? Çok haklısınız, bu sendrom beni çok geliştiriyor ve bakış açılarımı değiştiriyor. Bu değişim yeni insanlar ile tanışmama vesile oluyor. Müthiş bir kısır döngüye giriyorum “merak, önyargısızlık, değişim ve dönüşüm”. Yani hayata beni bağlayan ve hiç durmadan beni motive eden bir formül buldum.



Çevremdeki kişileri seçme özgürlüğüm var. Bu gerçek inanın. Onlarca kişi ile tanışıyorum, her gün onlarca yeni insanı hayatıma alıyorum ancak çok az insanı kalbime alarak, kendimi dingin ve üretken kılabiliyorum. Sonuç odaklı olmayan, devamlı hayattan ve yaptığı işlerden şikâyet eden kişiler ile fazla zaman geçirmiyorum. Zamanı kendim belirleme lüksüm olduğu için de zaman planlamamı kendim düzenleyebiliyorum. Stres kontrolümü de böylelikle ayarlayabiliyorum. Beni strese sokan konu başlıklarını biliyorum, ne yaparsam bunları kendimden uzak tutacağımı da…


Rekabeti seviyorum, başarmayı daha da çok. Sosyal hayat tam bana göre. Unvan ve statü için mücadele ediyorum çünkü bu sıfatları almak için kendimi daha çok geliştirme imkânım olabiliyor. Öz saygınlığımın güçlü olması gerektiğine inanıyorum ve kendimde bulduğum eksikliklerimi güçlendirmeye çalışıyorum. Kendimi tanıdım ve keşfettim ama kendimi henüz tamamlamadım. Bunun nasıl yapılacağını bilmiyorum ama bir konu da kendimden eminim. Bu hayat yolculuğunda tek bir amacım var ölünceye kadar: “İyi İnsan Olmak” ya da sadece “İnsan Olmak”.




Bu öyle bir motivasyon kaynağı ki aslında, pek çok faaliyetimin nedenini açıklıyor.  Kendimi yetiştirmeyi, bir başka kişiyi yetiştirme nedenimi, ona ve onlara doğru önderlik yapmamı, koşulsuz sevmemi, sanki bugün bitecekmiş gibi yaşamayı, şükretmeyi, saygılı olmayı, kul olmayı, yalan söylememeyi, hak yememeyi, birinin ahını almamayı… 

Sonuç olarak bizi motive eden her güdünün arkasında bir ihtiyaç, o ihtiyacın bir beklentisi, o beklentinin de sonucunu getiren bir davranış şekli var. Benim motivasyonum bu nedenle kendimle, kendimle kavgam, kendimi geçme arzum, kendimi tamamlama ve gerçekleştirme ihtiyacım. Karnemi her yıl değerlendiriyorum ve yeni ilave maddeler koyuyorum. Sonra bu ilave maddeleri gerçekleştirmek için uğraşıyorum. Eski maddeleri sürdürmek için, kendimi şartlandırıyorum ve ödüllendiriyorum. 




Beni bütün bunlar yoruyor mu? Asla diyebilirim. Çünkü yaşamın bir yolculuk olduğunu ve sadece gördüğümüz yüzü ile mutlu olmanın değil, çok daha derin perspektiften bakarsan mutlu, huzurlu, üretken, olunabileceğini biliyorum. Tavsiyem ne mi olur? Haydi deneyin yaşamı bu şekilde…


Meltem Onay

01.10.2018


Yorumlar

Yorum Yap

500