“İş Batırdım" Geceleri

30 November 2017
Meltem ONAY

Ege Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden mezun oldu. Adnan Menderes Üniversitesi-İşletme Bölümü’nden doktora unvanını aldı. Celal Bayar Üniversitesi’nde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yaptı. 2019 yılında, aynı üniversiteden emekli oldu. Şu anda Onbeş Kasım Kıbrıs Üniversitesi’nde rektör yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 2020 yılında, tarıma olan hassasiyeti nedeniyle, Cemre Hareketi: Sürdürülebilir Tarım-Gıda Platformu’nu kurdu. Bu platform aracılığı ile ülkemizde, tarımda dijitalleşme ve döngüsel ekonomi uyumlu kooperatifçiliğin yaygınlaştırılması konusunda çalışmalarına devam etmektedir.

“İş Batırdım" Geceleri

  • 30 November 2017
  • 1101 Görüntülenme
  • YORUM

   

“İŞ BATIRDIM” GECELERİ
 

İnsanın hayatında her an değişik olaylar olabiliyor. Aslında çoğu zaman yaptığım bir işi, bu hafta içinde herkese duyuracak ve ilan edecek şekilde yapabileceğimi hiç tahmin etmezdim. Şu anda yazıma başlar başlamaz, neler söylüyorum kendi kendime diye bana sorabilirsiniz, çok da haklısınız. Bazen karnımdan konuştuğumu kabul ediyorum.

Üniversitede yıllardır “girişimcilik” dersleri veriyorum. Her sene farklı konular bularak, hem kendimi hem de öğrencilerimi eğlendirmek ve bilgilendirmekten dolayı büyük mutluluk duyuyorum. Geçtiğimiz sene, farklı bir şeyler bulmalıyım derken, tam olarak kim olduğunu hatırlamıyorum ama bir arkadaşım İzmir’de düzenlenen “Fuckup Nights” etkinliğinden bahsetti. Bu nedir, neler yapılır derken kendimi birden faaliyetin yapıldığı salonun içinde buluverdim.

Hep mâlum insanların yaşamlarından kesitler verilirken, onların “başarı hikayeleri” anlatılır. Banu Güsar isimli İzmir’li girişimci bir hanım, bence bunun bir de tersi anlatılmalı diyerek bir organizasyonun altına elini koymuş. Bütün dünyada yıllardır yapılan bir faaliyetin, İzmir’deki sorumlusu olmuş. Bu ay, 34.cüsü gerçekleştirilen “İş Batırdım Geceleri”, tam 34 aydır aynı heyecan ile sahnesine başarısızlık hikayelerini anlatan kişileri taşıyor. Bu gelen kişilerin neden işlerini batırdıklarını biraz mizahi bir dil ile, bazen de sorgulatarak dinlettiriyor.

Banu Güsar, sevdiğim bir dostumdur. Geçtiğimiz haftalar içinde birlikte olduğumuz bir gün, bu ay yapılacak olan faaliyet için dördüncü kişiyi aradığını; ancak bulamadığını söyledi. Ben de işi şakaya vurarak, “İyi de neden zaten hep girişimci arıyorsun ki, bizler de buradayız. Kamu kurumunda çalışanlar girişimci olamaz mı? Bu işi ben yaparım.” deyince; kendimi doğal olarak sahnede pek çok kişiye akademik hayatımda “çuvalladığım” anılarımı anlatırken buluverdim.

Sunum yapılmadan tam bir hafta once, Banu Güsar bizden bir ön hazırlık yapmamızı istemişti. Ben de başladım anlatmaya, akademik hayatım boyunca başıma neler geldi, gelen bu olumsuz olaylar beni ne kadar çok etkiledi, nerede durdum, nerede koştum, nerede ağladım... Hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiverdi.

İnsan hayatında aslında bu tarz geriye dönüşlerin müthiş etkisi olabileceğini böylelikle bir kez daha hatırlamış oldum. Bir varmış bir yokmuş derken insan kendi hayatına neler kattığını hissedebiliyor... Benimkisi de böyle oluverdi birden.

Lise yıllarımdan başladım anlatmaya, küçük bir şehirde okurken üniversitede sınavlarına girme telaşıma dönüverdim film şeridimin ilk sahnelerinde… Hep “avukat” olmak istemiştim. Pek çok kişi belki hatırlar, eskiden “Avukat Petroçelli” diye bir avukat vardı. Beni, avukat olmaya iten, çok güzel bir diziydi. Her zaman doğrunun yanındaydı, bir duruşma salonunda insan bu kadar mı başarılı savunma yapabilirdi? Müthiş bir dikkâti, müthiş bir bakış açısı vardı ki, ona hayran olmamak mümkün değildi.

Üç tercihte bulunmuştum üniversiteye girerken. Kendimden çok emin olduğundan değil, kendime uygun bir başka meslek bulamadığım için bu kadar seçim yapabilmiştim. İlk tercih tutmayınca hemen ikinci tercihe geçen üniversite sistemi beni doğrudan doğruya Peyzaj Mimarlığı’na yönlendiriverdi. Kapısından içeri girerken, ben burada ne yapıyorum dediğimi çok iyi hatılıyorum. Ne mesleğimi tanıyordum, ne de bu mesleği neden seçtiğimi… Birinci sınıf bitince ikinci dönemin başında beni iyice üzen bir ders ile karşılaştım. “Perspektif”. Yani baktığımız noktaya üç boyutlu bakabilme ve çizebilme şansın olmak zorundaydı. Bu nasıl mümkün olacaktı? Bir türlü baktığım objeyi bu şekilde göremiyordum ve çuvallamıştım. Bu dersi geçmek zorundayım, birincisinden geçemezsem ikinci Perspektif dersini alamayacaktım. Bu da doğal olarak okulun uzaması demekti. Nasıl olur demeye gerek yoktu. Zaten bütün bunlar insanın aleyhine işliyordu. Sınavı vermek zorundaydım. Hayatımda hiç kopya çektim mi diye düşünüyorum, şimdi bu yaptığımdan utansam da, bu dersi kopya çekerek yani çizimi sınav sırasında bir arkadaşıma yaptırarak geçebilmiştim.


 

Şimdi Perpektif dersi dendiğinde, gülümsüyorsam, okul hayatımın en yaramaz hikayesini bu şekilde yaşadığımı bilmiş olmamdır. Ege Üniversitesi bitip, yüksek lisans yapmaya karar verinceye kadar yaşamım tek düze geçti ancak birden kariyer telaşımın içine düşüverdim.

Pek çok kişi, çocuk sahibi olduktan sonra, işlerini bırakıyor. İyi de bende neden böyle olmadı? Bunu bilmiyorum. Kimbilir, belki de kızlarını okutan ve muhakkak çalışmaları gerektiğini düşünen ebeveynlere sahip olduğum içindir. Kendimi bu nedenle hep çok şanslı hissettim. Doğal olarak azmim ve kararlılığımdan hiç ödün vermeden, ben de hem çalışan hem de çocuk sahibi olan bir kadın olacağım dedim. Hani yıllar önce televizyonda “çocuk da yaparım, kariyer de” diye bir cıngıl vardı ya, benimkisi de aynen böyle oldu. O günden itibaren, ne yaptığımı bildim, nasıl ve ne yapacağımı da...

Doktora bitti, kadrolar alındı, sonunda akademimin en zor dönemine yani “doçentlik” sınavının olduğu günlere geldik. Sınavlar çok ağırdır akademide; beş profesör bir salonda, tir tir titreyerek kocaman insanlara, kelli felli kişilere, derdini ve bilgini kanıtlamaya çalışırsın. İnanır mısınız, hayatımın hiçbir döneminde o günlerde yaşadığım sıkıntılı günleri yaşamadım. Ders çalışmak değildir oradaki konu, beş kişinin karşısına geçerek sorgulanma ve hatta çocuklar gibi bilemediğin zamanki mahcubiyettir aklından gitmeyen bütün duygular...

Her şey gibi bunlar da geçer ve yürürsün yollarda, kariyer yolculuğunda dimdik. Düştüğünde seni kaldıran tek söz Nietzche’nin: “Seni yıkamayan her şey, seni güçlendirir” sözüdür. Belki de bu şekilde ayakta kalırsın. Belki bu şekilde bilgi ile donanımlı olursun. Gücünü bilgiden aldığın zaman güçlenir ve daha yukarı doğru çıkmaya çalışır, çabalarsın...

Yaşamın tatlı bir yolculuk olduğunu keşfettiğimden beri, içimdeki çocuk “hiç büyümedi.” Benimle birlikte koşmaya ve mücadele etmeye bayıldı. Onun coşkusu doğal olarak beni de etkiledi. Daha çok araştıran, daha çok mutluluk arayan, daha sosyal, daha girişken biri oldum. Deneyimler beni ben yaparken, herkes ile konuştum. Onların duygularını gördüm, tuttum, onların da sesi oldum.

Bir gün baktım ki, hayat yolculuğunun yarısına gelmişim. Anlatılacak o kadar çok anı biriktirmişim ki, ben bile içinden seçerken zorlanmaya başlamışım. Ama değişmeyen tek bir şey kalmış. O da: “Kalbim”... Doldurdukça bitmeyen koskocaman kalbim, her aynı noktada kaldı, katmerlendi, büyüdü ama coşkusu hiç değişmedi. Sevgi ile dolan büyün kalplerin hep aynı olduğuna inanıyorum. Siz ne dersiniz?


Meltem Onay

01.11.2017


Yorumlar

Yorum Yap

500