Melis Barçın, 1983 İzmir doğumludur. İngiliz Dili ve Edebiyatı'ndan mezun olduktan sonra, eğitimine Roma'da devam etmiştir. Çocukluğundan bu yana peşini bırakmayan hayal dünyası sayesinde yazmaya aşık bir blogger ve iki çocuk annesidir.
Dilbalıklaşma
30 April 2018
1070 Görüntülenme
YORUM
DİLBALIKLAŞMA
Susana Tamaro ilginç bir çocukluk geçirmiş. Küçükken kelimelerin anlamını düşünür, isimlerinin nasıl koyulduğuna kafa yorarmış. Neden masaya sama demiyoruz? Biz, “masa” derken niye başka biri, “tisch” diyor diye kendi kendini parçalar; bunun cevabını bulamayınca da ağlarmış. Biri ona neden ağladığını sorduğunda ise bunu açıklayamaz “Bilmiyorum.” dermiş. Daha sonra bu merakın yerini nesnelerin aldığından bahsediyor. Kendi çocukluğumu da hatırlıyorum. Her ne kadar kelimelerin anlamı konusunda endişeye kapılmasam da daha meraklı, hayal dünyamda oradan oraya uçan bir çocuktum. Okul başladıktan sonra düşünmeyi bir kenara bırakıp öğrenmeye odaklandım. Kızarması gereken elmalarla başlayan eğitim hayatım ardı arkası kesilmeyen bir ezber bulutuyla devam etti. Evet, maalesef bizim ülkemizden eğitim için önce düşünmeyi bırakma sonra da sıkı bir ezber yeteneği gerekiyor. Hatta ezbere ne kadar çabuk alışırsanız işiniz o kadar kolay. Neyse, Sussana Teyze’ye geri dönelim. Zira bizim her sene değişen okul sistemine girersek çıkamayız.
Susana Tamaro Her Sözcük Bir Tohumdur adlı kitabında, işte, bu nesnelere dönüp anlamları kaybetmeye çok güzel bir isim bulmuş: Dilbalıklaşma.
Nedir bu dilbalıklaşma?
Büyümeye başladıkça algımız ve kendimizi ifade ediş biçimimiz kısıtlanıyor. Sadece önümüzü görüyoruz. Herkes belli bir yönde hareket ediyor. Sahip olma, elde etme isteklerimiz bitmiyor. Görülmek ve fark edilmek için yaşıyoruz. Konuştuğumuz dil bile bir filmin özeti gibi kısa ve az sözcüklü. Neden sorusu soran, araştıran bilge çocuklara sahip olmak istiyoruz. Biz böyle miyiz ki onlardan bunu bekliyoruz? Sorgulamadan, gelişmeden büyüyerek salt bir hırs ve sahip olma arzuyla yaşayarak çocuklarımızın nasıl bambaşka varlıklar olmasını bekleyebiliriz?
Anı yaşamayı unuttuk. An bizim için bir fotoğraf karesinden ya da Instagram story’sinden ibaret. Sosyal medyanın esiri bir yaşam sürüyoruz. Sözcüklerimiz 280 karaktere sığdırılmak zorunda ki geçen seneye oranla (140 karakter) bu artış fena sayılmaz. :) Gizemli olmanın yerini “trendy” olmak aldı. Böyle bir dünyada var olmak gerçek bir ruhsal fakirlik. Bizden olmayanın tuhaf ve acınılası olması ne kadar mantığa yaraşır? Böyle yazması kolay tabii, gerçeğe dönüştürmek neden böylesine zor?
Bu yazıda yazın yaklaşması ve mayıs ayının gelmesiyle kıpır kıpır olan ruh halimden bahsetmeyi planlıyordum, ama okuduğum satırlar beni düşündürdü. Düşününce üzüldüm. Üzülünce yazmaya karar verdim. Belki de bu yüzden düşünmeyi bıraktık. Düşünmek hiç keyifli değil. Kendimizi herkes gibi hayatın akışına bırakmak ne de olsa daha kolay.
“Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken, hayal gücü tüm dünyayı kapsar.” demiş Albert Einstein. Ne de doğru demiş!
Hayal gücü önemlidir. Belki de tutkuyla sarılıp elini bırakmamamız gereken yegâne özelliğimiz... Çocukların başarılı bir iş insanı olmasından ziyade hayatta onları daha mutlu bireyler yapabilecek en önemli şey hayallerinin genişliğidir. Bizi geliştiren, berikinden farklılaştıran tek şey… Bunun ne denli hayatî olduğunu unuttuysak bile çocuklarımıza kulak verebiliriz. Onların hayal gücünden çıkıp dudaklarından dökülen kelimelerle kendimizi bir tutam zenginleştirebiliriz. Ardından merakla beraber düşünmeye başlarız. Belki yeniden düşünürüz ve hiç sormadığımız sorulara sanki hiç öğrenmemişçesine cevap ararız. İşte, o zaman bu tüm dilbalıklaşma süreci biter ve ruhumuz senelerdir özlem duyduğu o huzursuzlukla debelenen, uyuşmuş halinden uyanır…