Dila Kırık 8 Eylül 2000 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlkokul yıllarından beri kitap okumaya ve yazı yazmaya karşı olan ilgisi asla azalmadı. Yazı yazmaya basit kompozisyonlar ve amatör hikâyeler yazmakla başladı. 2018 yılında Sancaktepe Anadolu Lisesi'nden mezun oldu, lise öğrenimi sırasında İngilizce ve Almanca eğitimi aldı. Bunun yanı sıra okul tarafından düzenlenen Erasmus+ projesi kapsamında Almanya'da bulundu. Şu anda Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenimini sürdürmektedir.
1942’nin Şubat ayında Karadeniz açıklarında bir facia meydana geldi. Bu olay kayıtlara Struma Faciası olarak geçmiştir. Bu facianın temelinde yüzlerce insanın umut ışığı pırıl pırıl parlıyordu. 768 kişi yaşanan zulümlerden kurtulmak için zorlu şartlarda bir yolculuğa çıktı. Fakat ne yazık ki talihsizlikleri peşlerini birer gölge gibi takip etti. Siyasi bir karmaşanın içinde kendilerine yer bulamadılar. Büyük ümitlerle çıktıkları bu yolculuk onların felaketi oldu. Her biri Karadeniz’in derin sularında yok olup gittiler.
Evet bu giriş oldukça kasvetli oldu. Ama bazı gerçekler bazen öğrenilmeyi dilerler.
Doğru hatırlıyorsunuz, başlığa bir yazarın ve kendisinin bir kitabının adını koymayı tercih ettim. Fakat şu ana kadar içimizi karartan bu olayla ilgili ufak bir giriş yapmak istedim. Aslında asıl anlatmak istediğim şey, Zülfü Livaneli’nin Serenad adlı kitabıydı. Yine de bu büyüleyici kitap hakkındaki düşüncelerimi kelimelere dökmeden önce bu olaya değinmem gerektiğini düşündüm. Çünkü Livaneli bu faciayı kitabın içine öyle güzel entegre etmiş ki, hem bu dehşet verici hikâyeyle yüzleşmenizi sağlıyor hem de sizi oluşturmuş olduğu kurguyla bambaşka bir dünyanın içine alıyor. Sizi Maya Duran’ın, Maximillian Wagner’in, Nadia’nın ve nicelerinin hayatlarına davet ediyor.
Açık konuşmak gerekirse bu kitaptan bu kadar etkileneceğimi asla düşünmemiştim. Çünkü yazardan ve kitaptan bağımsız olarak bazen kalın kitapların sonunu getiremeyeceğimi hissederim. Serenad için de aynı kuşkuya kapılmıştım. Fakat 481 sayfanın her biri etkileyiciydi. Zülfü Livaneli’nin bizi davet etmiş olduğu bu dünya bize hayatta bilmediğimiz ne kadar çok şeyin olduğunu anlatıyor bence. Ya da hiç beklemediğimiz birinin hayatımızı, dünyaya bakışımızı nasıl değiştirebileceğini bize gösteriyor. Domino taşları gibiyiz. Her birimiz başka birimizin hayatına dokunuyoruz. Belki büyük belki küçük bir dokunuş… Ama bu karmakarışık zincirin içinde hepimiz aslında bir noktada kesişiyoruz. Bazen habersizce benzer acıları paylaşabildiğimiz gibi bazen birbirimizin acılarından bihaber yaşıyoruz. Bana kalırsa Serenad, bize bu tuhaf tablonun dışından bakma imkânı sağlıyor.
Bu tablonun dışından bakınca benim gördüğüm şey aslında şu koca dünyanın nelere ev sahipliği yaptığıdır. Bilmediğimiz binlerce şey olmasına rağmen nelerin yaşandığı... Hem geçmişte hem bugünde. Belki de tam şu anda dünyanın öteki ucunda. Zülfü Livaneli’nin karşımıza çıkardığı Maya Duran bize bu tablonun dışından baktıran ana karakter. Bir nevi yol göstericimiz. Kitap boyunca süren yolculuğumuza ışık tutan unsur.
Kitaptaki diğer önemli karakter bir hukuk profesörü olan Maximillian Wagner. Profesör ve Maya aslında birbirlerinin hayatlarında bir çağı kapatıp yeni bir çağ başlatıyorlar demek yanlış olmaz. Birbirlerinden tamamen habersiz tekdüze hayatları varken bir anda her şey bambaşka bir boyuta taşındı. Ama Serenad’da benim hoşuma giden şey birbirlerinin hayatında bu denli değişimlere hatta devasa farkındalıklara yol açmalarına rağmen aralarında geçen bir aşk bulunmamasıdır. Açıkçası büyük bir yaş farkına sahip olan ve hatta ortak paydada buluşabilecek neredeyse hiçbir yanları yokken birbirlerinin hayatını tamamen farklı yönlere çeviren iki insan… Bana oldukça etkileyici geliyor.
Zülfü Livaneli olay örgüsünün içinde Struma olayını müthiş bir şekilde işliyor. Dilindeki akıcılık, olayların heyecanını asla kaybetmeyişi ve uzun bir olay örgüsüne sahip olmasına rağmen okuyucuya o kopmuşluk hissini vermemesinin önemli detaylardan bazıları olduğunu düşünüyorum. Ayrıca tek bir kitabın kapağının arkasında birden çok olaya şahitlik etmek de mümkün. Bir yandan tüm hikâyenin Maya tarafından kaleme alınmasına, diğer yandan Maya’nın tüm bu olayları yaşamasına, başka bir yandan da Maya’nın hayatında devrim yaratan Profesör’ün hikâyesine tanıklık ediyorsunuz. Bu örgünün içinde kaybolmak gayet olasıyken, su gibi akıp giden bir anlatımın içinde sürüklenip gidiyorsunuz.
Başta bahsettiğim gibi, bu kitapta farklı bir şey olduğuna inanıyorum. Hatta gözümün önünde Güneş Sistemi benzeri bir şey canlanıyor. Eğer bu sistem üzerinden düşüncelerimi tasvir etmem gerekirse, en dıştaki yörüngeden içeri girdiğinizde kitabın atmosferinin sizi o yörüngenin dışına asla salmadığını söyleyebilirim. İlerledikçe aslında daha da içe çekiliyorsunuz çünkü her yörünge başka bir hikâyeyi temsil etmiş oluyor. Kitabın ortalarına doğru yaklaştığınızda daha derinde sizi bekleyen bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Zaten merkeze geldiğinizde neredeyse Güneş’le karşılaşıyorsunuz. Başından beri yanıp tutuştuğunuz, deli gibi merak ettiğiniz hikâyeyi de öğrendiğiniz kısma gelmiş oluyorsunuz yani. Zaten bu kısım insana birkaç saniyelik dumur olma hâli veriyor ne yalan söyleyeyim. Özellikle Struma faciası hakkında pek bilginiz yoksa, büyük ihtimalle şaşkınlıktan ve dehşetten ağzınız açık kalacak. Çünkü benim öyle oldu… Ama kitabın sonuna doğru yaklaşıp tek tek yörüngelerin dışına çıkarken insana farklı bir şey hissettiriyor sanki. İçinde bulunduğumuz hayatı yeterince tanımama hissi gibi. Ya da geçmişte veya bugünde yaşanmış birçok olaydan habersiz yaşamak... Birçok trajediye sağır kalmak... Serenad bende bunların farkındalığını oluşturdu diyebilirim.
Tabii ki bir kitap her okuyucu için farklı bir dünyadır. Herkes ona kendi gözlüğüyle, kendi dünyasından bakar. Çoğunlukla aynı şeyleri hissetmek imkânsızdır ama bu kitabın sonunda herkesin kendi hayatıyla ve düşünce sistemiyle de ilişkili olarak küçük ya da büyük bir farkındalığa ulaşacağına inanıyorum. Hayatta hiç beklemediğimiz bir olay veya kişi bizi kökten uca değiştirebilir. Buna gerek bile olmayarak, yaşanmış bir hikâye bile bize çok şey katabilir. Bu yüzden benim bu kitaptan çıkaracağım ders; dünyaya karşı asla kör ve sağır bir hayat sürmememiz gerektiğidir. Her ne kadar kitap bir kurgudan ibaret olsa da içinde işlenmiş olan dehşet verici gerçekler bize hayal dünyamız ve gerçek hayat arasında bir köprü niteliği taşıyor.
Sona yaklaşırken kitabı gerçekten çok beğendiğimi, bana gerçekten çok fazla şey kattığını ve okurken çok keyif aldığımı yeniden dile getirmek istiyorum. Anlatımın sürükleyiciliği asla yormuyor; aksine sayfaların peşi sıra geçip gittiğini fark etmiyorsunuz bile.
Değinmek istediğim son detay ise kitabın sonu. Son kelimeyi de okuyup bitirdikten sonra ikinci bir dumur olma hâli yarattığı söylenebilir. Çünkü son 2 sayfada işin içine giren fantastik dokunuş beni biraz düşündürdü. Gerçekçi bir kurgu olarak ilerleyen kitabın son sayfasında böylesine bir detay olabileceğini hiç tahmin etmemiştim doğrusu. Ama zaten bir kitabı çekici kılan, içimizdeki daha çok okuma dürtüsünü harekete geçiren şey bir sonraki sayfayı, hatta paragrafı asla tahmin edemeyişimizdir bence. Bunun da Livaneli’nin okuyucusuna bu kitabındaki son sürprizi olduğunu düşünüyorum. Bu beklenmedik detay, kapanışı yaparken bizi şaşırtarak yaratmış olduğu bu kurgunun artık dışında kaldığımızı ve kendi hayatımıza geri döndüğümüzü hatırlatan ufak bir çimdik ya da minik bir dürtme olabilir belki de.
Dila Kırık