Dila Kırık 8 Eylül 2000 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlkokul yıllarından beri kitap okumaya ve yazı yazmaya karşı olan ilgisi asla azalmadı. Yazı yazmaya basit kompozisyonlar ve amatör hikâyeler yazmakla başladı. 2018 yılında Sancaktepe Anadolu Lisesi'nden mezun oldu, lise öğrenimi sırasında İngilizce ve Almanca eğitimi aldı. Bunun yanı sıra okul tarafından düzenlenen Erasmus+ projesi kapsamında Almanya'da bulundu. Şu anda Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenimini sürdürmektedir.
Bazı kitapları okuduktan sonra gülümseriz, bazılarında sindirmesi zor gelen bir boşluk oturur içimize, bazılarındaysa sessizce hayatımızı sorgularız. Bana kalırsa, Şeker Portakalı’nı okuduktan sonra bu üç farklı ruh hâlini aynı anda hissedeceksiniz.
José Mauro de Vasconcelos’un değerli eseri Şeker Portakalı, Dünya Edebiyatı’nın önemli klasiklerindendir. Kitap her ne kadar kapağının sevimli görüntüsü dolayısıyla çocuk kitabı sanılmaya müsait olsa da okuyucuya yansıtılan duygular bakımından çok boyutlu bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden sadece bir çocuk kitabı olarak nitelendirmek bu eser için büyük bir saygısızlık olacaktır.
Şeker Portakalı hakkında detaylı düşüncelerimi belirtmeden önce, bu kitabı okumaktan kesinlikle çok keyif aldığımı belirtmem gerek. Uzun süredir merak ettiğim eserlerden biriydi. Özellikle kapağının tatlılığı okuyucuyu kendine fazlasıyla çekiyor. Vasconcelos Şeker Portakalı’nı 12 günde kaleme almıştır. Aslında yarı otobiyografi olarak düşünülen bu değerli eserde hem acıyı hem de mutluluğu aynı güzellikle işlemeyi başaran Vasconcelos, romanı hakkında ‘onu 20 yıldan fazla kalbimde taşıdım’ diyerek açıklama yapmıştır.
Artık kitabın içeriğinden daha doğrusu bizi çıkardığı ufak yolculuktan bahsedebiliriz sanırım. Şeker Portakalı okuduğum en özel kitaplardan biriydi. İki defa okuduğum ve ikisinde de gerçekten çok keyif aldığım tatlı bir roman. Ama bunun yanında duygusal yoğunluğunun oldukça fazla olduğunu ve bunun okuyucuya çok başarılı şekilde aktarıldığını düşünüyorum.
Zéze kitabın ana karakteri. Kendisi beş yaşında yaramazlıklarıyla ün salmış bir çocuk. Brezilya’da geçen bu hikâyede, yoksul ve çok çocuklu bir ailenin evladıdır Zéze. Hemen hemen hepimizin aşina olduğu bir çocuk tiplemesi aslında. Ama durum sadece yaramaz bir çocuğun hikâyesinden ibaret değil. Vasconcelos bu tatlı mı tatlı eserinin içinde yoksulluk, aile içi şiddet, toplum baskısı gibi birçok gerçeği de işliyor. Durum öyle ki, yaşadığı çevrede yaramazlıkları yüzünden kötü sıfatlarla anılan Zéze, kendisinin şeytanın vaftiz oğlu olduğuna inanıyor ve tüm kötü davranışlarının bu durumdan kaynaklandığını düşünüyor. Daha da acısı, yediği dayaklardan ders alması beklenirken, o bunu günlük hayatının bir parçası gibi düşünmeye başlıyor. Yani maruz kaldığı tüm bu kötü yaklaşımları kabullenmiş bir çocuktan bahsediyoruz. Bana kalırsa, bu sevimli hikâyenin içinde şahit olduğumuz acı gerçeklerle beraber Vasconcelos bize bazı şeyleri işaret ediyor.
Toplum tarafından büyüklere atanmış olan görev nedir? Küçüklerimize örnek olmak ve onları yanlışları konusunda ikaz etmek, değil mi? Peki acaba bu yolu izlerken doğru yöntemleri kullanıyor muyuz? Şeker Portakalı’nın her şey bir yana özellikle bu konuda verdiği bir mesaj olduğuna inanıyorum. Ben tabii ki bir pedagog değilim. Ne çocuk ne de ebeveyn psikolojisi hakkında bir şeyler söylemem. Ama tanık olduğumuz bu hikâyede yaramaz bir çocuğa gösterilen yaklaşımların, yapılan yaftalamaların onun üzerinde ne ölçüde etkili olduğunu görebiliyoruz. Bu yaklaşım onun tarafından o kadar kabullenilmiş ki, kendisinin tam bir baş belası olduğunu düşünüyor. Hatta, ailesinin yoksulluğu yüzünden Noel’de hediye alamamasının sebebini bile kendi yaramazlığına bağlıyor. Çok kötü bir çocuk olduğu için her Noel’de onun için bir şeytan doğuyormuş Bebek İsa yerine. Öyle diyor Zéze. İşte bu yüzden, Şeker Portakalı, günlük hayatlarımızda ‘çocuk aklı işte’ deyip geçtiğimiz, çok da kurcalamadığımız birçok şeye ışık tutuyor. Aslında bizim kurcalamadığımız küçücük kafalarının içinde neler döndüğünü açığa çıkarıyor yani. Böylece beş yaşında bir çocuğun gözünden dünyanın nasıl göründüğünü ve gördüklerinin beyninde nasıl işlendiğini en net hâliyle gözler önüne seren bu eserin, herkes tarafından okunması gereken önemli bir klasik olduğuna inanıyorum.
Herkes Zeze’yi Paulo Efendi’nin haşarı oğlu olarak tanısa da sadece iki kişi onun altın kalbinden haberdar. Bunlardan biri Xururuca. Yani Zéze’nin şeker portakalı fidanı. Kurdukları bağ oldukça güçlü. Onunla oyunlar oynar, hayaller kurar, gün içinde yaptığı muzırlıkları, başına gelenleri anlatır ana kahramanımız. Her ne kadar Zéze’nin hayal gücünün bir parçası olsa da birlikte bazen gülen bazen dertleşen iki dost gibiler. Xururuca’nın yanında biri daha var ki, Zéze ona deli oluyor. Öl dese ölecek sanki öyle seviyor. Bu kişi Manuel Valadares. Zéze’nin deyimiyle Portuga. İlişkileri biraz sarsıntılı başlamış olsa da devamında mükemmel bir bağ kuruluyor aralarında. Bu adama karşı muazzam bir sevgiyle bağlanıyor küçük Zéze. Ama bana kalırsa bu sevgi nedensiz değil. Kendince haklı sebepleri var. Sevgisizliği çok bariz olan hayatında pırıl pırıl parlayan bir yıldız gibi görüyor Portuga’yı. Çünkü ona sevgi ve şefkati öğretiyor bu adam. Gerçekten sevilmenin nasıl bir şey olduğunu onunla öğreniyor Zéze. İşte bu yüzden onun altın kalbinden ve bu kalbin üzerine binmiş kilolarca yükten haberi olan sadece iki karakter var. Vasconcelos’un sade ve akıcı anlatımıyla bizler de okuyucu olarak Zéze’nin iç dünyasını keşfetme fırsatı buluyoruz.
Son olarak, Şeker Portakalı’nın herkesin mutlaka okuması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. 182 sayfalık bu sevimli kitabın içinde çeşit çeşit duyguyla karşılaşacaksınız. Bir sayfa sizi çocuk olmanın o tatlı saflığıyla gülümsetirken, bir diğer sayfa gösterilen yanlış yaklaşımların bir çocuğun üzerinde gösterdiği etkiyle kalbinizi sızlatacak. Bu yüzden Şeker Portakalı için Vasconcelos’un hem hüznü hem de mutluluğu harmanladığı bir dünya olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir iki günde bitirebileceğiniz bu hikâyenin sonuna geldiğinizde ‘iyi ki okumuşum’ diyeceğinize eminim. Çünkü geçirdiğimiz şu zor dönemde hayata beş yaşındaki bir çocuğun perspektifinden bakmak hepimiz için güzel bir deneyim olacaktır.
Dila Kırık