Röportaj: Süleyman Gülen
Oyuncu, yönetmen, yazar, çevirmen ve yılların tecrübeli ismi: Yücel Erten. Uzun yıllar sonra tekrar kurulan İzmir Şehir Tiyatrosu genel sanat yönetmenliğini üstlendi. İlk olarak Azizname oyunu ile seyirci karşısına çıktı. Çokça beğenildi ve yeni oyunlar için kolları sıvamış durumda. Biz de kendisiyle tekrar kurulan İzmir Şehir Tiyatrosu'nu, sanat yaşamını ve en önemlisi tiyatroyu konuştuk. Erten “Bir tiyatronun da, bir oyunun da ruhu olmalı” diyerek tiyatro felsefesinden biraz örnek vermiş oldu…
Yücel Erten kimdir, sizi sizden dinleyebilir miyiz?
Yücel Erten babası Tekel’de memur, annesi ev kadını, dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak 1945 yılında Muş’ta doğmuş. Çocukluğu Antalya’da, gençliği Ankara’da geçmiş. Liseden sonra 5 yıl Ankara Devlet Konservatuvarında, 5 yıl da burslu olarak gittiği Almanya’da olmak üzere 10 yıl tiyatro eğitimi görmüş; sonrasında da öğrenmekten hiç vazgeçmemiş bir tiyatro insanı. Biraz oyuncu, biraz öğretmen, biraz yönetici, biraz yazar, biraz çevirmen, ama galiba en çok da yönetmen. Ödenekli ve özel tiyatrolarda, yurt içi ve yurt dışında 80’i aşkın sahneleyişin ve 40’ı aşkın ödülün sahibi. Kâh nefer, kâh komutan olarak tiyatro hayatımıza katkı koymaya çalışmış bir emektar. Şimdi de 77 yaşında İzmir Şehir Tiyatroları’nın Kurucu Genel Sanat Yönetmeni. Özetle tiyatro sanatına adanmış bir hayat desek abartı olur mu, bilmiyorum.
“BENİ ÇOCUK GİBİ HEYECANLANDIRIYOR”
70 yılı aşkın bir özlemden sonra İzmir'de Şehir Tiyatrosu yeniden sahne almaya başladı. Siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İzmir Şehir Tiyatrosu’nun 1945’te kuruluşundan söz edildiğinde, zaman sarmalına bakıp ürperiyorum. Ben o zaman kundakta bir bebekmişim. İzmir Şehir Tiyatrosu 5 yıl yaşayabilmiş, sonra kapanmış. Aradan 70 yıl geçtikten sonra yeniden doğması ve benim bu doğuma kılavuzluk ediyor olmam, beni çocuk gibi heyecanlandırıyor. Benim hayatımın, o zaman sarmalına bugün dokunmuş olması hoşuma gidiyor.
Benim duygumu bir yana bırakalım, objektif olarak da çok önemli bir adımdır. Hiç kuşkusuz. Türkiye’de bilim, eğitim, kültür, sanat alanlarının çok ihmale uğradığı açıktır. Sanat kurumlarına karşı, neredeyse düşmanca diyebileceğimiz katılıkta bir umursamazlık, bir küçümseme yaygınlaşmıştır. Bu hoşgörüsüzlük ortamında, bir yerel yönetimin Şehir Tiyatrosu kurması, toplumun düşünce ve duygu gelişimi açısından çok duyarlı bir davettir. Öngörü ister, ufuk ister. Cesaret de ister. Sayın Tunç Soyer bu cesareti göstermekle bir anlamda tarih yazmıştır. Tabii ki her bir tiyatro, üretimi ile kendi tarihini kendi yazacaktır. Ama o yolu açmış olmak, Türkiye’nin sanat tarihine, tiyatro tarihine tartışılmaz bir katkıdır. Teşekkür borçluyuz.
Bu uzun süreçte Şehir Tiyatrosu'nu tekrar açmak için birçok girişim oldu ancak gerçekleşememişti. Peki bugün bu hayal nasıl gerçeğe dönüştü?
Yakın zamanda yitirdiğimiz Özdemir ve Hülya Nutku hocalarımızın bu yönde çok emek ve çabaları oldu. Sonuçta kentin tiyatrosunu özlemesinde, istemesinde bir birikim oluşmuşsa, bunda büyük payları vardır. Somut girişimlerini de saygıyla anmak gerekir. Sayın Başkan, yaklaşık 2 yıl önce kuruluşun esaslarını belirlemek üzere bir Danışma Kurulu oluşturmuştu. Ben de o kurulun bir üyesiydim. Değerli ve deneyimli tiyatro insanlarından oluşan bu kurul, uzun çalışmalar sonucunda özgün bir yönetmelik oluşturdu. Ödenekli tiyatrolarımızın kronik yapısal sorunlarını aşmaya çalışan bir yönetmelik. Bu yönetmeliğe göre süreli bir görev olarak tanımlanan ‘Genel Sanat Yönetmeni’ni belirlemek üzere başvurular alındı. Başvuruları inceleyen Danışma Kurulu, ortak görüşle kuruluş aşaması için bu görevi benim üstlenmemi önerdi. Bu görüş başkanlıkça da benimsendi. Ben de onur duyacağımı belirterek kabul ettim.
“ZAMANLA ÇETİN BİR YARIŞTI”
Geçen yılın 27 Mart Dünya Tiyatro Gününde tiyatronun kuruluş tanıtımını yaptık ama pandemi kısıtlamalarında birkaç ay boyunca beklemede kaldık tabii. Ancak ön hazırlıklarımızı yaptık. Daha sonra pandemi ikliminin yumuşaması üzerine, Haziran-Temmuz’da sınavlarımızı gerçekleştirdik. Sınavların sonuçlanmasını takiben, 16 Ağustos’ta sanatçı ve elemanların kuruma girişi yapıldı. Hemen provalara girişip, tiyatronun töresi gereği 1 Ekim’de ilk oyunumuz ‘Azizname’ ile açılışı başardık. Bizim için zamanla çetin bir yarıştı, ama ipi göğüsledik. İkinci oyunumuz ‘Tavşan Tavşanoğlu’ da Aralık başında prömiyerini yaptı. Mart’ta ve Nisan’da üçüncü ve dördüncü oyunlar devreye girecek. Ekonomik krizin bir sonucu olarak İsmet İnönü Sahne’miz henüz hazır olmasa da “Yerimiz dar, yenimiz dar” demedik. Aşkla, şevkle çalışıyoruz.
“ŞEHİR TİYATROLARI BİR BAKIMA KÖY ENSTİTÜLERİDİR”
Tiyatronun bir şehre kattığı kültür üzerine neler söylersiniz?
Bana sorarsanız, bir ülkede yerel yönetimlerin tiyatro kurması kaçınılmaz bir görevdir, ödevdir. Benzetme yerinde olur mu bilmiyorum ama, şehir tiyatroları bir bakıma köy enstitüleridir, halkevleridir. Özellikle de büyükşehir belediyelerimizde. Hem insana yatırım konusundaki açığı kapatmak için, hem de öncülük etmek için. Tiyatrosu, operası, orkestrası-korosu olmayan bir büyükşehir, neye göre büyükşehirdir ki? Bütün bunlardan yoksun bir nüfus kalabalığına, yani yığınlaşmaya göre mi? Asfalt, beton, cam ve metal yoğunluğuna göre mi? İhale ve rant çarkının hızına göre mi? AVM’lerin ve orada köprü gişeleri gibi dizilmiş sinemaların sıklığına ya da şıklığına göre mi?... İnsanların duyarlılığı, birikimi, hoşgörüsü, zihinsel gelişimi ve gönül zenginliği, en az bunlar kadar önemli değil mi? Sanat alanlarında taşıma suyla değirmen döndürmek yerine, kalıcı sanat kurumları oluşturmalı ki; kentin ve insanların aklı, fikri, duygusu, ruhu güzelliklerle kuşatılsın.
“BÜTÜN OKLARI AYNI HEDEFE YÖNELTMEK”
Birçok farklı sanatçıyı aynı oyun çatısı altında birleştirme ve onların birbirlerine uyumunu sağlama sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Tiyatro sanatının bam teline dokunan bir soru sordunuz. Farklı eğitimlerden, farklı birikimlerden ve anlayışlardan gelen sanatçıları, bir oyunun çatısı altında, oyunun hedefine yönelik olarak uyumlandırmak. Buna ortak bir enerji halkası oluşturmak da diyebiliriz. İyi tiyatro, her zaman sahnede bu ortaklaşmanın oluşmasına bağlı. En ünlü oyuncuları bir araya toplamış olsanız bile, sonuçta iyi bir oyun ortaya çıkarabileceğinizin bir garantisi yoktur. O iş kaçınılmaz şekilde ortaklaşmak ister. Oyuncular arasında gerçek ve samimi bir elektrik akımı oluşmalı ki, salona, seyirciye akıp karşılığını bulabilsin. Adına toplu oyunculuk, ansambl oyunculuğu ya da ekip ruhu da diyebiliriz. Bir bakıma bütün okları aynı hedefe yöneltmek. Buna da ancak herkesin ödevinin bilincinde olduğu, içtenlikle emek verdiği bir ortamda ulaşabilirsiniz. O enerji halkası ya da küresi, seyirci ile sahne arasında gidip gelmeye başladı mı, keyfine doyum olmaz. Bakın tiyatro tarihine, seyircinin saygı ve sevgiyle kucakladığı bütün tiyatrolarda bu böyle olagelmiştir. Şöyle diyelim mi: Bir tiyatronun da bir oyunun da ruhu olmalı.
Türkçeye birçok oyun çevirisi yaparak Türk izleyicisi ile buluşturdunuz. Çevirdiğiniz oyunların Türkçe versiyonlarında verdiği duygunun orijinali ile aynı kaldığını söyleyebilir misiniz?
Bunu kestirmek çok zor. Tabii ki ben çeviride var gücümle ve Türkçe’nin bütün zenginliği ile gereken anlamı, duyguyu, atmosferi ve jargonu yakalamaya gayret ederim. Cümleleri çeşitli şekillerde söyleyerek, etkisini kontrol ederim. Oyun kişisinin yapısına uygunluğunu, oyuncu açısından ağıza yatışını, doğallığını, akışkanlığını göz önünde tutmaya çalışırım. Kılçıklı olmasın, kolay anlaşılsın isterim. Yapıtı bir dilden bir başka dile yansıtmaya çalışırken bulanıklık olmasın, anlam kaymasına izin vermesin diye gayret ederim. Ama tabii bütün bunları ne ölçüde başarabildiğimi başkaları değerlendirecektir. Hep söylerim: Tiyatro, edebiyatın baba yarısı, dilin süt annesidir. Bu hüküm elbet oyun çevirileri için de geçerlidir.
“TİYATRO İŞTAHINI KAMÇILADI”
Pandemi döneminin tiyatro üzerindeki etkisini nasıl yorumlarsınız?
Kuşkusuz tiyatro alanına psikolojik, ekonomik kötü etkileri oldu. Zor zamanlar diyelim. Ama bir şey dikkatimi çekiyor. O kısıtlı ve kapalı dönemler insanları öyle bunaltmış ki, tiyatroya gitme ve tiyatro yapma iştahını kamçılamış sanki. Bakıyorum çevreme, pandeminin henüz atlatılamamış olmasına rağmen pıtrak gibi bir tiyatro coşkusu görüyorum. Özel, tüzel, amatör, profesyonel herkes yine ve yeniden tiyatro yapmak istiyor. Az rastlanır bir kaynaşma var. Nasıl ki evlerimizde kapalı kalınca balkonun, bahçenin, sokağın kıymetini anladık, hatırladık; benzer şekilde tiyatronun vazgeçilmezliğini de hissettik gibi geliyor bana.
“GÜNCELLİĞİNİ YİTİRMİYOR”
İzmir Şehir Tiyatrosu'nun açılışını daha önce de yönettiğiniz Azizname ile yaptınız. Özel bir sebebi var mıydı?
Benim başlangıçtaki planım, ilk sezon için bir Shakespeare, bir Brecht, bir de Aziz Nesin şeklindeydi. Ancak İsmet İnönü’deki tadilatın gecikmesi bir B planını, sahne olanakları açısından kısıtlı İzmir Sanat’a sığınma zorunluluğu da bir C planını gerektirdi. Benim saygı duyduğum tiyatro töresine göre, tiyatrolar bağbozumunda yani Ekim’de açılır. Yürürlükteki ihale koşulları ile zamana yenik düşme ve açılışı yapamama tehlikesi vardı. Süratle davranmalıydık. Buna göre ‘Azizname’ ilk sıraya geçti.
Oyun, 25 yıldır sahnelerimize seyirci taşıyan bir şimendifer gibidir. Güleç, neşeli, müzikli, danslı ama toplumsal eleştirisini de esirgemeyen bir oyun. Ayrıca güncelliğini de yitirmiyor. Aslında ne yazık ki yitirmiyor demek lâzım. Aziz Nesin ustanın eleştirdiği, yerdiği, taşladığı zayıflıklar ve eksiklikler bir türlü toplumumuzun gündeminden çıkmıyor. Aşılamıyor. Aşılabilmiş olsa, eminim ki Aziz Nesin de bundan mutluluk duyardı.
SIRADA “MOR ŞALVAR” VAR
İzmir Şehir Tiyatrosu’nu beğeniyle ve mutlulukla karşılayan seyirci, yeni oyunları heyecanla bekliyor. Gelecek programda neler var, biraz ipucu alabilir miyiz?
Bu sezonun üçüncü oyunu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Türkiye ve dünya prömiyerini yapacak. O günün anlamına çok yakışacak bir oyun olduğunu düşünüyorum. Genç bir yazarımızın, Ferhat Lüleci’nin, Erhan Gökgücü Oyun Yazma Yarışmasında birincilik ödülü kazanmış olan ‘Mor Şalvar’ adlı oyunu. 23 Nisan’da da ilk çocuk oyunumuz devreye girecek. Hansjörg Schneider’in 4 yaş ve üstü için ‘Robinson Dans Öğreniyor’u. Provalarına başladığımız Nazım Hikmet’in ‘Ferhad ile Şirin’i, prodüksiyonun çapı açısından zorunlu olarak İsmet İnönü Sahnemizdeki tadilatın bitmesini bekleyecek. Shakespeare ve Brecht de şimdilik bekleme salonundalar.
“BU TİYATRONUN ÜZERİNDE HAKKINIZ VAR”
Son olarak, tüm tiyatroseverler ve Ege Life Dergisi okuyucuları için neler söylemek istersiniz?
Daha önce değindiğim gibi sanat, insana yapılan yatırımdır. Bu yatırım, maddi bir kazanç biçiminde değil; insanımızın ve toplumumuzun düşünce ve ruh zenginliği biçiminde geri döner. Tiyatronun görevi de bu süreci tetiklemektir. Bu anlamda Şehir Tiyatrosu bizim özgür yaratma alanımızdır ama aynı zamanda sizin tiyatronuzdur! Çünkü sizin vergilerinizden oluşan ödeneklerle sanat üretiyoruz. Demek oluyor ki bu tiyatronun üzerinde hakkınız var. Bu hakkınıza dayanarak; gelin, görün, izleyin, yaşayın, alkışlayın, övgülerinizi dile getirin, eleştirin! Ama lütfen tiyatronuzdan kopmayın!